Bu yazı Level Dergisi Ekim 2007 sayısında Oyun Bahçesi köşesinde yayınlanacaktır.
“Hayatta asla yapmayacağım şeyler var” demeden önce biraz düşünmeli insan. Mesela “çölün ortasındaki bir Arap ülkesinde çalışmak için İstanbul gibi bir şehri hayatta bırakmam” dememeli. Evlilik planları yaptığı kızı havaalanında salya sümük ağlayarak ve ağlatarak geride bırakmayı hayatta düşünmeyeceğini söylememeli. Sabahın 3’ünde 36 derece sıcaklıkla kavrulduğu yetmiyormuş gibi %100’e varan nem oranıyla da adeta bir açık hava sauna ortamı sunan bir şehirde yaşamayı asla düşünmeyeceğini iddia etmemeli. Nüfusunun yarıdan fazlasını, yedikleri garip baharatlı yiyecekler sonucu etrafa garip kokular salan Hintlilerin oluşturduğu bir şehirde hiç de işi olmayacağını düşünmemeli.
İstanbul’daki güzel yılları esnasında yukarıdaki ön yargıların büyük kısmına sahip olan ben, yaklaşık iki haftadır Birleşik Arap Emirlikleri’nin yedi emirliğinin en büyüğü olan Dubai’de yaşıyorum. Siz bu yazıyı okurken hala direncimi kaybetmemiş ve kafamın bir yanında sürekli tetikte bekleyen geri dönme fikrine yenik düşmemişsem, 1 ayı aşkın bir süredir bu garip şehirde yaşıyor olacağım.
Her şey bu yazın ortalarında çalıştığım şirketten istifa edip yazılım alanında önemli bir isim haline gelmiş çok büyük bir şirkette işe girmemle başladı. İşe başladığım ilk hafta, şirketin dışarıdan görüldüğü kadar mükemmel olmadığını fark ettim. İkinci hafta yurt dışında çalışmakla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi merak eden bir insan kaynakları firmasıyla görüşmeye gittim. Üçüncü hafta Dubai’nin uzaydan çekilmiş fotoğraflarını incelemeye başladım. Dördüncü hafta kız arkadaşımla birlikte Dubai’de yaşamanın bize neler katacağını, bizden neler götüreceğini araştırdık. Beşinci haftanın ilk günü henüz 1 aydır çalıştığım “büyük” şirketime istifamı verdim. Altıncı haftadan itibaren Dubai’ye yerleşmek için hazırlıklarımı yapmaya başladım. Yedinci ve sekizinci haftalar, uzunca bir süre göremeyeceğim İstanbul’un daha önce görme fırsatını nedense bir türlü bulamadığım turistik semtlerini tıpkı bir turist gibi gezerek geçti. Dokuzuncu haftanın ortasında, buranın yerel saatiyle sabahın 3’ünde uçağın kapıları açıldı ve iki paragraf yukarıda bahsettiğim neredeyse ıslak diyebileceğim nemli ve sıcak atmosferin içine ilk adımlarımı attım.
Elinde üzerinde ismimin yazılı olduğu kartonuyla beni karşılayan Pakistanlı şirket görevlisi beni şirketin evine bıraktıktan altı saat sonra uyanıp yoldan geçen bir taksiyi çevirip şirkete gitmek ümidiyle sokağa çıktığımda, havadaki garip kokudan ve etrafta dolaşan insanların teninin koyu kahverenginden şirket evinin bir Hint mahallesinin tam göbeğinde olduğunu fark ettim. Güneşin altında kelimenin tam anlamıyla kavrularak geçirdiğim 2 saat sonunda ikinci fark ettiğim şey, bu şehirde taksi bulmanın o kadar da kolay olmadığıydı.
Şimdi buradayım. Dünyanın en yüksek binasını inşa ettikleri, denizinin üzerine üç tane palmiye ve bir tane de Dünya şeklinde ada kondurulan, çölün ortasında içinde devasa bir kayak merkezi barındıran bir alışveriş merkezi bile yer alan bu ilginç şehirdeyim. Kiraların bir ayda üçte bir oranında artabilmesine, İstanbul’dan bile beter trafiğine, Hintlilerin garip baharatlarının mide bulandırıcı kokularına, gün boyunca hiçbir iş yapmadan son model arabalarıyla caddeleri turlayan beyaz entarili Arapların akıllara ziyan görüntülerine alışmaya çalışıyorum.
Hayat böyle bir şey. İki ay önce burada olacağıma, bu satırları penceresinden kum tepeleri görünen, kliması sonuna kadar açık odamda yazıyor olacağıma en ufak bir ihtimal dahi vermezdim. Gelin görün ki, işte buradayım. Karşı komşumuzun körili et yemeğinin kokusu ciğerlerimi doldururken sizlere bu ayın son satırını yazıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder